23 Nisan 2017 Pazar

HERKESİN CEVABINI BİLDİĞİ SORU


Gençler Emekli Mehmet Efendi’ye sohbet etmek için gelmişlerdi. Bir çoğu evlilik çağında olduğu için evlilik hakkında biri merakını yenemeyip bir soru yöneltti:
-Hocam bir yazar, “Evlilik bir piyango bileti gibidir. Ancak ondan farklı olarak çıkmazsa yırtıp atamıyorsun” demiş. Bir başka yazar ise “Evlilik bir piyango değildir. Piyango da hiç olmazsa bir kazanma şansın var” demiş. Acaba siz ne diyorsunuz?
Emekli Mehmet Efendi bir süre cevap vermek istemedi sonra tane tane cevapladı:
- Evladım bana böyle herkesin cevabını bildiği sorular sormayın. ‘Mutluluk nedir?’ diye sorun size kırk çeşit yol göstereyim.

CEVABINI YARIN SÖYLEYEYİM


Belediye otobüsünde ortaokul düzeyinde iki erkek çocuğu konuşuyor. Biri diğerine bir bilmece soruyor:
-Kanatları var uçamaz, peteği var balı yok.
Diğeri bazı cevaplar söylüyor ama tam bilemiyor. Sonra:
-Bilemedim sen söyle, diyor.
Soruyu soran düşünüyor:
-Oğlum, bu gün mübarek gün. Cevabını söylersem aklına kötü şeyler gelir, yarın söyleyeyim, diyor.

TÜYÜ BİTMEDİK YETİMİN HAKKI


Genç mühendis, inşaat mühendisliği fakültesini yeni bitirmiş, zor bela bir şantiyede işe başlamıştı.
İlk gün şantiye binasındayken içeri biri girdi, önüne geleni fırçaladı, haşladı, terör estirdi. Sonunda o kadar sinirlendi ki "Tüyü bitmemiş yetimin hakkını kimseye yedirmem " dedi ve gitti.
Genç mühendis çok korkmuştu "kim bu adam?" diye sordu. "Kontrol amiri" dediler. Genç mühendis hem işin ciddiyetini düşünmüş hem de içinden 'ne dürüst insanlar var' diye geçirmişti.
Ay başı geldiğinde şantiye şefi genç mühendisi odasına çağırdı, bir zarf uzattı ve bunu kontrol amirine götürmesini istedi.
Zarfı alan genç mühendis kontrol amirinin kapısını çaldığında çok çekiniyordu. Bu kadar dürüst görünen kişiye bu parayı verdiğinde tepkisi ne olacaktı? İçeri girip zarfı çekinerek verdi. Kontrol amiri zarfı açtı. Tomarla para vardı . Genç mühendise baktı, gülümsedi, sonra "Tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı geldi. Tüyü bitmedik yetimin hakkını kimseye yedirmem, ben yerim" dedi.

HÂKİMİN DERDİ


Hâkim köyden gelmiş çocukluk arkadaşıyla Kızılay’da yürüyordu. Mart ayıydı ve hava hala soğuktu. Bir anısını anlatmaya başladı.
-Adalet duygusu içinde verdiğim kararların iç huzurunu yaşıyordum. Bir gün bu duygu içinde yine böyle Kızılay’dan keyifle yürürken, fırından yeni çıkmış simitleri gördüm ve bir tane aldım. Sıcak simidi yürürken yedim. O esnada mesleki bir yetkili beni görmesin mi? Kızılay’da yürürken simit yemem nedeniyle disiplin cezası aldım.
Bir ara üşür gibi oldu, lafı değiştirdi. Bu ülkede bir çok şeye güvenim kalmadı. Ama havaya sıcaklık veren şu cemreye güvenim tamdı. Mart ayında cemre düşmesine rağmen üst üste soğuk günler yaşayınca bu ülkede artık cemreye de güven kalmadı. Düşün ki sıcak simit yiyorsun ceza alıyorsun, sıcaklık getiren cemre artık getirmiyor üşüyorsun sen olsan ne yapardın?
Arkadaşı bir an ne diyeceğini bilemedi. Sonra devam etti:
-Sıcak simit yeyip ceza alıyorsan bundan sonra soğuk simit ye. Çok güvendiğin cemre seni aldatıyorsa güveni kötüye kullanmaktan mahkemeye ver.

VAY VAY VAY


Karadenizli Dursun bir köyde imamlığa başlamış. Ancak namaz kıldırırken cemaatin rüku için eğildiğinde ve secdeye varırken “vay, vay, vay” diye üç kere tekrarladığını farketmiş. Cemaata bunun sebebini sormuş. Onlar da açıklamış:
-Köye imam olarak ilk Temel hoca geldi. Temel hoca derin bir hoca idi. O sürekli rükuya varırken ve secde ederken “vay vay vay” derdi. Biz ondan öğrendik.
Dursun bakmış ki cemaat Temel hocayı çok seviyor. Bu durumun yanlış olduğunu açıklasa hiç kar etmeyecek. Temel hocayı bulup ona bunu niye yaptığını sormuş. Temel hoca gülmüş sonra açıklamış:
-Ya affedersin, benin k.çımda çıban çıkmıştı. Her eğildiğimde çok acıyordu. Ben de o acıyla “vay vay vay” diyordum, Meğerse cemaat bunu namazın usülünden sanmış.

MAL VE EVLAT


Baba oğluna nasihat ediyor, fakat çocuk dinlemiyor kafasına göre takılıyordu. Bu durum babayı hem kızdırmış hem de endişelendirmişti. Mırıldanır gibi konuştu:
-Zaten ayette geçiyor: “Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir fitnedir.”
Delikanlı bu duruma çok alındı:
-Buradaki mal ben mi oluyorum yani.
Babanın sinir katsayısı arttı:
-Babanla nasıl konuşuyorsun? Mal olsan iyi. Sen ayıplı malsın ayıplı mal.
Çocuk devam etti:
- Ayıplı malın kusuru imal edendedir. Bu ayıp beni imal eden size ait bir kusur.

KAFAMIZA GÖRE GİDİYORUZ


Temel köyde bir cenazeye katılmıştı. Yanında arkadaşı Dursun vardı.Temel’e sordu:
-Hayat nasıl gidiyor?
-Kafamıza göre gidiyoruz ya, işte. Onun için iyi gidiyor.
-Nasıl yani?
- Köyden insanlar üç türlü gider: Jandarmayla gidenler, imamla gidenler, kafalarına göre gidenler. Jandarmayla gidenler bir gün dönerler ama ne zaman dönecekleri belli olmaz. İmamla gidenler bir daha geri dönemezler. Kafalarına göre gidenler ise kafalarına göre dönerler. Sorun yok yani.

GAZLA YAŞAYAN İNSAN


Eğitim için gittiğim şehirde hava alanından konaklama yerine götürmek için yaşlı şoför beni karşıladı.
Gecenin geç saatinde yol yorgunuyum. Kaptan da yaşlı ve yorgun görünüyor. “Hoşgeldin-Hoşbulduk" diyaloğundan sonra bir sessizlik başladı. Muhabbet olsun diye sordum:
-Hayat nasıl gidiyor?
Kaptan çok doğal bir eda ile cevapladı:
-Basıyom gaza, basıyom gaza, gidiyor işte.
Ben de dedim ki:
-Dünya böyledir işte! Kimi gaza basarak yaşıyor, kimi gaza gelerek yaşıyor.

NASREDDİN HOCA VE TEMEL-2


Bir gün Nasrettin Hoca komşusu Temel’denbir kazan ister. Temel kazanı verir. İki gün sonra Hoca kazanı ve içindeki küçük bir kazanla verir. Temel sorar:
-Hoca bu ne?
-Sizin kazan doğurdu.
Hoca bir kaç gün sonra kazanı tekrar ister. Kazan gelmeyince Temel gider, Hoca’dan kazanı ister. Hocanın yüzü eğik bir şekilde cevap verir:
--Allah rahmet eylesin sizin kazan öldü.
Temel düşünür düşünür, sonra;
-Nereye defnettiniz? Hadi gidip alalım, onun ölüsü de işe yarar, der.

NASREDDİN HOCA VE TEMEL


Hoca, Akşehir Gölü’nün kıyısına oturmuş. Temel oradan geçerken bakmış ki Hoca, çömleğinden çıkardığı kaşık kaşık yoğurdu göle boşaltıp karıştırmıyor mu? Şaşkınlıkla sormuş:
– Hocam, ne yapıyorsun öyle?
– Göle yoğurt çalıyorum, demiş Hoca.
Temel boşuna uğraşıyorsun der gibi;
– Yahu bunu ben de düşünmüştüm ama bu kadar yoğurdu yesen yiyemezsin, satsan satamazsın, elinde kalır. Bence bu çok mantıklı bir iş değil, demiş.

BİR CAN İÇİN MAHCUP ETME


Osmanlının çöküş dönemlerinde iç kargaşa artar. Bir vilayette eşkıyanın biri nam salar. Vali Paşa (eskiden asker de olsa, sivil de olsa “vali paşa” denirdi.) kendini başarılı göstermek için uşağını ben seni kurtarırım vaadiyle kandırır. Uşak eşkıya olarak yakalanır, idamına karar verilir. Vali Paşa uşağı mahkemenin elinden kurtaracağına dair sözünü yerine getiremez.
Uşak son ana kadar Vali Paşanın kendini kurtaracağına inanır. Artık idam kararı infaz edilmek üzere uşak dar ağacına götürülürken Vali Paşayı görür, Vali Paşa yanından geçerken ona doğru eğilip, “Aman paşam gidiyorum, yardım eyle” der.
Paşa ters bir tavırla, “Sus yahu, beni burada bir can için mahcup etme” diye cevap verir.
Uşak kahredici bir eda ile, “Vali Paşa, Vali paşa/ Verdiğin söz çıktı boşa/ Neden bizden bir can ölür? /Şahsınıza bir şan olur!” diye seslenir.

HAYALLER VE GERÇEKLER


Akşam sefer yapan belediye otobüsü işinden eve dönmek isteyen insanlarla doluydu. Otobüs normal seyrinde giderken doğan görünümlü bir şahin tehlikeli bir manevra ile otobüsün önüne geçti. Şoför pencereyi açtı giden arabanın arkasından seslendi:
-Acelen ne? Sanki seni evde Hülya Avşar mı bekliyor?
Bu arada otobüs koltuklarında yer bulmuş şanslı iki hanım kendi aralarında konuşuyordu. Biri diğerine:
-Aman anam televizyonda Kıvanç Tatlıtuğ’u gördükçe evdeki herife aş, ekmek veresim gelmiyor, dedi.
Ayakta kalmış iki öğretmen bir yandan sohbet ederken diğer yandan konuşulanlara kulak misafiri olmuşlardı, biri diğerine;
-Hayatımız bir dizi film gibi. Şu var ki, hayaller Etiler’deki hayat tarzına benziyor ama gerçekler Altındağ belediye otobüsündeki bir yolculuk işte, dedi.

AH BU KİTAPÇILAR!


Bir gün Yüksel Caddesinden geçerken yere serilmiş ikinci el kitapları görünce durdum. Kitaplara bakıyorum. Gözüme “Aşk Üzerine Çeşutlamalar” isimli kitap çarptı. Kitabı elime aldım, inceliyorum. Kitapçı delikanlı kitabın fiyatını yükseltme çabası içinde:
-Abi, o kitabın baskısı yok. Elim de bir tane kaldı. Piyasada arasanız da bulmazsınız, dedi.
Gülümsedim, sonra:
-Bu kitabın yazarı benim, dedim.
Çocuk tam emin olamadı. Sonra “gerçekten mi” dedi ve devam etti:
-O zaman kitabı satmıyorum. Eğer kitabı benim için imzalarsanız çok memnun olurum. Sizden imzalı bir kitabım olsun, dedi.
Kitabı imzalayıp verdim. Sonraki bir zaman diliminde eski bir kitapçıyla sohbet ederken, kendi kitabımla olan bu olayı biraz da gizli bir gurur duyarak anlattım. Kitapçı gülümsedi. Gizli gururumu açık bir boşluğa düşürürcesine;
-İmzalı kitaplar daha çok para ediyor. Başka bir müşterisi için kitabın fiyatını artırmıştır, dedi.

ASIL YETMEZLİK


Emekli Mehmet Efendinin etrafına gençler toplanmıştı. Onu dinlemek ondan feyiz almak istiyorlardı. Mehmet Efendi anlatıyordu:
-Kişiler çeşitli nedenlerle belli mevkilere gelirler. Ama her mevkide aynı başarıyı gösteremezler. Bir alt basamakta başarılı olan kişi bir üst basamağa geldiğinde başarısız olabilir. Buna biz yeteneksizlik düzeyi diyoruz. Bir çeşit yetenek yetersizliği de diyebiliriz.
Gencin biri dikkatle dinliyordu. Bir soruyla merakını gidermek istedi:
-Hocam ben tıp fakültesinde öğrenciyim. Siz söyleyince aklıma geldi. Tıpta karaciğer yetmezliği, böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği kavramları var. Ama beyin yetmezliği diye bir kavram yok. Acaba bunun sebebi ne olabilir?
Mehmet Efendi gülümsedi sonra konuştu:
-Öyle şey olur mu? En büyük meselemiz beyin yetmezliğidir. Bu kavramla yüzleşmek istemediğimiz için hem göremiyor hem de tedavi olamıyoruz.